8 Haziran 2010 Salı

Pencere nereye açılıyor?

Eğitim, kültür ve bilgi aydınlığa açılan en geniş penceredir
"Eğitim, kültür ve bilgi aydınlığa açılan en geniş penceredir." demiş Ata'mız. Bu yüzden olacak ki günümüzde en çok konuşulan ve değiştirilen bu "Pencere" dir.
Her gün eğitimin yapısı tartışılır, her yıl öğrencilerin daha iyi yetiştirilmesi için seçme ve yönlendirilme sınavları değiştirilir. Öğrencinin neden veya hangi ihtiyacımıza istinaden ne şekilde eğitim göreceğinden çok hangi sınavlarla sınanıp ayrıştırılacağı önemlidir. Çağın ihtiyaçları gereği müfredatın yenilenmesi veya geliştirilmesinin önemi kalmamıştır. Önemli olan öğrencileri bir şekilde seçmek ve bir yerlere yerleştirmektir. Okusunlar da sonunda ne olursalar olsunlar, isterlerse okumuş işsiz olsunlar.
İlköğretim aşamasında başlıyor bu kabus. Çocuk okuma yazmayı çözdüğü gibi ilk seçilme maratonunun içinde buluyor kendini. Ev okul dersane üçgeni içerisinde hapsoluyor. Anne baba biricik evlatlarının daha iyi bir geleceğe sahip olabilmesi için her şeylerini ortaya koymaya başlıyor. Çocuk en iyi olmalı ve en yüksek puanları almalı ! Önemli olan sınavlarda başarılı olması. Neticede bu zorlu süreç sonunda çocuğun akranları içerisindeki yeri ve seviyesi belirleniyor. Belirleniyor mu gerçekten ? Yoksa belirleniyormuş gibi mi yapılıyor ? Daha çok ikincisi diyorum ben. Eğitim sisteminin ne denli başarılı sonuçlar verdiğini belgelemek istercesine hazırlanan sınavlar sonucunda neredeyse her çocuk birinci oluyor. Bizlerin bildiği tepesi sivri aşağıya doğru genişleyen çan eğrisi olmuş ters kapaklanmış bir çanak kimsenin umurunda değil. Sınav sonuçlarına göre öğrencilerin çoğunluğu tabandan ziyade tavanda yer alıyor. Görünüşte eğitim sistemi o kadar başarılı ki istatistiksel olarak kimse itiraz edemez. Eskiden sadece bir tane sınav birincisi olurken artık binlercesi yetişiyor. İyi de bunca başarılı öğrencinin yerleştirileceği okul nerede? Liselerin hepsi Anadolu Lisesi olarak adlandırıldığında gerçekte var olan Anadolu Liseleri kaldırılarak sadece adları kaldı. Yabancı dille eğtim veren ya da geliştirilmiş müfredat ile eğitim veren okulların sayısı ne arttı ne de bunların kontenjanları arttı. Başarılı öğrenci sayısı bunların kontenjanının çok üstüne çıktı. Ne olacak şimdi? Sadece sınavda tüm soruları doğru cevaplayan öğrenciler bile birçok okulun kontenjanını doldurmaya yetiyor. Sınavda sadece bir veya iki hata yapmanın günahı ancak bu kadar çok olabilir. Sınavda veya sınavlarda hiç hata yapmayan öğrenci bile istediği okulun kontenjanında yer bulmak için ek kriterlere sahip olmak durumunda. Bu durumda sınav sistemi öğrencinin başarısını mı sınıyor? Bana sorarsanız bu yolla velilere çocuğunuz başarılı ama kontenjan yetersizliğinden dolayı çocuğunuzu özel liseye göndermeniz gerekiyor mesajı veriliyor. Eğer çocuğunuzun geniş bir pencereye sahip olmasını istiyorsanız sırtınızı devlete dayamayın deniyor.
Birinci sınav maratonu biter bitmez öğrenci ve ailesi yeni bir maratonun tam ortasında buluyor kendini. Seçilip sınıflandırılmış öğrenci meslek seçerek buna göre eğitim almaya başlıyor (!) Lise ve yükseköğrenim sürecinin yaklaşık sekiz yılı aldığı düşünüldüğünde bu sürecin sonunda kimlere ihtiyaç duyulacağı bilinmeden. Planlı programlı ülkelerde on yıl sonra hangi mesleklerde ne kadar kişinin istihdam edileceği belirlenip buna göre mesleklere yönlendirilirken bizde kriter günümüzde para ve istihdam olanağı sağlayan meslekler. On yıl önce serüvenine başlayan genç o dönemde ihtiyaç duyulan makine mühendisi olarak mezun olduğu gün görüyor ki günümüzde mekatroniklere ihtiyaç var. Eczacı olmak için yola çıkan ile ziraat mühendisi, otel işletmecisi, bilgisayar mühendisi, işletmeci vs. olmak üzere yola çıkanların hepsi aynı sonla karşılaşıyorlar. Mezun olduklarında branşlarında yetişmiş kişiye ihtiyaç yok ya da mesleklerinin daha uzmanlaşmış yeni dallarına ihtiyaç var. Hepsi işsizler ordusuna katılmaya mahkum. Kontenjanları her geçen gün artan imam hatip ve ilahiyat bölümlerine değinmek istemiyorum çünkü gelecekte din adamlarına bu kadar ihtiyaç duyulmayacağı aşikar.
Görüyoruz ki aslında nitelikli işsizler ordusu yetiştirlmek isteniyor ve bizler de buna alet oluyoruz. Ödenen vergiler karşılığında eşit ve kaliteli eğitim vermek zorunda olan devlet bu yükü üzerinden atmaya çalışıyor. Geleceğimizin teminatı olan çocuklarımız ve gençlerimiz eğitim, kültür ve bilgiden uzak karanlık bir yarına itiliyor. Türkiye karanlığa itiliyor...

Ne mutlu Türk'üm diyene

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Sağlıkta ekonomik çözüm

Uygunsuz çevre koşulları ve altyapı eksikliği sebebiyle artan sinekler sağlığımızı tehdit ediyor
Her yıl havalar ısınmaya başladığında aynı sorun nüks eder. Sinekler, sivrisinekler sarar dört bir yanımızı. Yaşam konforumuzu olumsuz etkilemenin ötesinde sağlık açısından da önemli bir tehdit unsuru oluştururlar.

Çevre temizliği ile yakından ilgili "sinek sorunu". Uygunsuz uzaklaştırılmaya çalışılan ev ve işyeri atıkları yerleşimlerin sinekler tarafından istilasına çanak tutar. Aynı şekilde, yerel yönetimlerin gelişigüzel yaptırdıkları ve sonradan unuttukları yeşil alanlar ve parklar da birer sinek çekim alanı olmaktadır. Altyapı eksikliğinden, patlayan su boruları ve tıkanan yağmur suyu giderlerinden kaynaklanan çevre kirliliği hiçbir dönem önlenememiştir. Güzel ülkemizin seçilmiş yöneticileri de proaktif bir yaklaşımla önleyemedikleri sorunları her meydana geldiklerinde giderme yolunu tercih etmişlerdir. Taşan derelere kurtarma ve sağlık ekipleri aksamadan sevk edilmiş, bununla da yetinilmeyip olay mahali bizzat yerinde incelenmiştir. Sivrisinek ve diğer haşereler şehri ve yaşayanlarını rahatsız etmeye başladığında yerel yönetimler ilaçlama timlerini hemen göreve çağırmıştır. Önceden önlem almaktansa olay meydana geldikten sonra durumun ciddiyetine göre müdahale edilmiştir. Sağlık konusunda koruyucu hekimlik yerine tedavi edici hekimlik uygulanmıştır. Tedavi ve ilaç giderleri de öyle büyümüştür ki bunları finanse edecek kurumlar ve sistemler bir bir çökmüştür. Sözde hiç ya da çok az etkilendiğimiz, geçmek bilmeyen krizin gölgelediği şu günlerde sivrisinek sorunu dikkatimi çekti. Çevre temizliği ve altyapı sorunları ile ilgili herhangi bir ciddi çalışma yapılmadığı halde sivrisinekler ortalarda gözükmüyor. Yoksa sorunu temelden çözecek bir uygulama mı bulundu ?

Yerel yönetimlerin ilaçlama timleriyle ortalığı duman altında bırakarak sorunun çözülemeyeceğini anlayan hükümet konuya ekonomik ve köklü çözümü bulmuş. Nasıl mı ?

Benim gözlemlerime göre halk, özellikle de esnaf ve küçük girişimciler çözüme dahil edilmiş. Çözüm yabancı kaynaklı değil yerel ve atalarımızın sözlerinden yola çıkılarak geliştirilmiş gibi. İnanmıyorsanız hemen yarın gidin çarşınıza pazarınıza ve dikkatlice bir gözlemleyin, tahmin ediyorum hak vereceksiniz. Teğet geçen ekonomik krize de duruma göre müdahale ederiz mantığı ile göğüs germeye çalışanlar ekonomik krizin olumsuzluklarını gideremese de, etkilenenleri başka bir sorunun çözümünde kullanarak başarılı olmuş gibiler. Angola vatandaşının bile yılda ortalama 20 Kg et tükettiği bir dünyada sadece 5 Kg et tüketebilir hale getirilmiş, satınalma gücü neredeyse tamamen elinden alınmış insanımız kasap, manav, market, giyim, eşya alışverişi yapmaz olmuş. Bunun neticesinde müşteri bekleyen, boşta kalan işletmeciler de başlamışlar sinek avlamaya. Al sana ekonomik çözüm! Başka bir açıdan bakıldığında ise sinek avlama resmen iş olarak tanındığında işsizliğe de çözüm getirilmiş oluyor. Hiç gerek yok istatistiklerle oynayarak bir ayda bir milyon kişiyi istihdam edilmiş gibi göstermeye. Sağlık giderleri de azalmış olacak bu gidişle. Vatandaş hop oraya hop buraya sinek peşinde zıplarken spor yapıp sağlıklı da kalacak. Sinekler ve diğer haşereleri avlayarak sağlıklı yaşam alanı yaratmak için kişisel katkısını da sağlamış olacak. Katılımcı olmak bu olsa gerek !

Yaz geldi sinekler sorun olacak derken sinekler her derdimize derman oldu. Sineklerin artma girişimiyle birlikte işsizlik, sağlık ve ekonomi sorunlarımız çözülüverdi. Tek sorun, ortada avlanacak sinek kalmadığında bunca insanın sorunları çözülsün diye neyi avlayacağı. Allah hepimizin sonunu hayır etsin.


Ne mutlu Türk'üm diyene

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Lüleburgaz'da 19 Mayıs coşkusu

Her yıl olduğu gibi 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı bu yıl da coşkuyla kutlandı. 8 Kasım Stadı'nı dolduran binlerce Lüleburgazlı hareketli ve renkli bir gösteriye tanıklık eti. Kırklareli milletvekili Dr.Tansel Barış'ın da katıldığı kutlama programı her saniyesinde nefesleri kesti. Son derece başarılı bir tören komitesinin önderliğinde yoğun bir çalışmayla hazırlanan gençler mükemmel sunumlarının karşılığını alkış yağmuru olarak aldılar. "Ata'm izindeyiz. Kutsal emanetin emin ellerde." mesajlarını tüm dünyaya haykırdılar. Ne mutlu Türk'üm diyene...



Fotoğrafların tamamını lütfen buradan takip ediniz.

18 Mayıs 2010 Salı

OKS, SBS, LGS ve diğerleri

Türk gençliği
Gün geçmiyor ki, çocuklarımızın hayatına yeni bir sınav sistemi ve kısaltması girmesin. Gün geçmiyor ki, çocuklarımızın ve toplumumuzun geleceği biraz daha aydınlanmasın (!) Gün geçmiyor ki, "Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk milleti, Türk sanatı, Türk ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir" diyen Ata'mızın izinden biraz daha uzaklaşmayalım.

Geleceğimizin teminatının Türk gençliği olduğunu her defasında vurgulayan Ata'mız, eğitim ve öğretime de azami önem vermiş, İlk Öğretmen olarak da öncülük etmiştir. Günümüzde eğitim ve öğretime önem verilmiyor değil. Ata'mızın eğitim ve öğretim anlayışından farkı yetiştirilmek istenen ürünlerdir, nesillerdir. Ata'mız okullarda çağdaş, yenilikçi, bilinçli, Türk toplumunu bir adım daha ileriye taşıyacak nesillerin yetiştirilmesini amaçlarken, günümüzde geliştirilen sistemler düşünmeyen, geliştirmeyen, tüketen, sözde vasıflı işçiler yetiştirmeyi hedefliyor. Düşünen, karar veren, geliştiren, yöneten Türk toplumu yerine düşünmeyen, yönetilen bir Türk toplumu yaratılmak isteniyor.

Bir zamanlar ilkokul - ortaokul - lise yapısı vardı. Küreselleşen Dünya düzeninde yabancı dil eğitiminin önemi artınca buna Anadolu Liseleri ve seçme sınavı eklendi. Günümüz şartlarına, ihtiyaçlarına uyarlama yapıldıktan sonra ilköğretim okulu - lise/Anadolu Lisesi yapısı meydana geldi. Ortaokul kavramı birleşme neticesinde ortadan kalksa da eğitim sistemi içerisinde süreç olarak hala var. Tüm bu yapı değişikliklerinin parelelinde bir de OKS, SBS, LGS, vb. kısaltmalarla gündemimizden düşmek bilmeyen seçme sınavı gelişmeleri var. Belirlenen bir sınav sistemi henüz meyvelerini vermeden değişen, eğitimi yavaş ama emin adımlarla paralıya dönüştüren bir bilmece. Son varılan noktada parası olanın çocuğu iyi bir eğitim almaya hak kazanıp yoluna bir şekilde devam edebiliyor. Lise seviyesinde mesleki ya da ilmi eğitim alma tercihi de bulunuyor. Herkesin bildiği ve yaşadığı bu konuları yazmanın anlamı ne ?

Hızla değişen gündemimiz içerisinde geçtiğimiz günlerde yer alan bir konu aklıma takıldı. Tüm liseler Anadolu Lisesi olacak ve sınav sistemi tekrar düzenlenecek şeklinde basında parladı ve söndü. Başka konular gündemin ilk sıralarına yerleştirildi ve arkaplanda sistem olgunlaştırılmaya devam ediliyor. Bazı yazılarda yapılacak bu değişiklik ile sadece liselerin adlarının değişmiş olacağınıi netice itibariyle her şeyin aynı kalacağını okuduk. Yabancı dille eğitim yapan Anadolu Lisesi ilk zamanlarda olduğu gibi sadece 10 kadar var yurt genelinde. Son dönemde her ilçeye Anadolu Lisesi projesiyle değişen tek şey lise müfredatının güncelleştirilmesinden başka bir şey değil. Bu geliştirilmiş müfredattan yararlanmak isteyenlerin dersane desteği alması gerekliliği dışında. Sınava özel hazırlanma lüksü olmayan, sınav günü veya günlerinde şanssızlık yaşayanlar hala klasik lise eğitimi ve devamında üniversite öğrenimi görme seçeneklerine sahip. Tüm liseler Anadolu Lisesi olduğunda ve tek sınavlı sisteme dönüldüğünde durum ne olacak ? Sakın eski tas eski hamam demeyin !

Yeni sitemde ilköğrenimini tamamlayan öğrenci bir sınava girerek Anadolu Lisesi'ne giriş hakkı için mücadele edecek. Başarılı ve şanslı ise sorun yok. Dersane ihtiyacı ve maliyeti konusuna hiç girmek istemiyorum çünkü okuyacak çocuk onsuz da yapar diyebilirsiniz. Sınav günü herhangi bir sebeple (stres, sağlık, kaza, trafik sıkışıklığı,...) başarısız olan, sınava giremeyen çocuğun durumu ne olacak ? Sınava girip de yaşadığı bölgenin Anadolu Lisesi kontenjanında kendisine yer bulamayan öğrencinin durumu ne olacak ? Yaşadığımız bölge için bir örnek oluşturalım. Bizim ilçemiz yaklaşık 110.000 nüfusun ihtiyacını karşılıyor. Liselerin dönüşümünden sonra 4 adet Anadolu Lisesi olacak. Her biri dört tane otuzar kişilik sınıf açtığında ilçemizde toplam 480 öğrenci Anadolu Lisesi eğitimi alma şansına sahip olacak. Çocuğunuz 481. en yüksek puana sahip olduğunda hangi okula gidecek ? Meslek lisesine ! Mesleki eğitim ağırlıklı müfredat ile ileride gireceği üniversite sınavında başarılı olursa ne güzel. Bizim ilçemizde giremezse komşu ilçedeki Anadolu Lisesi'ne girer ve yoluna devam eder mantığı da yanlış olur, oradaki öğrencilerin de armut toplamayacağı açıktır. Sizin hep başarılı gördüğünüz, geleceğini doktor, mühendis hayalleriyle süslediğiniz biricik çocuğunuz başarısız mıdır ? Kesinlikle hayır. O eğitim sisteminin, sınav sisteminin kurbanı olmuştur. Hayatına işçi veya ustabaşı olarak devam etmek üzere ilk adımını acı bir şekilde atmıştır.

Meslek liselerini aşağıladığımı düşünmeyin. Mesele bu değil. Mesele yakın gelecekte liselerin değil Anadolu Liselerinin ortadan kalkacağıdır. Mesele çocuklarımız yenilenmiş müredatlı liseye sınavla gireceğidir. Sınav ilk başlarda farklı müfredatlı okullara öğrenci seçmek üzere konulmuşken şimdi liseye giriş hakkı için olacaktır. Ata'mızın sözünü ettiği Türk ekonomisini, Türk sanatını, Türk şiir ve edebiyatını ilim ve fen ile değil Türk işgücü ve Türk ustalığı ile geliştirmek üzere yola çıkacağız. Çocuklarımızın, geleceğimizin önüne aşılması güç bir duvar daha öreceğiz. Krizlerle boğuşan, sözde gelişmiş, her geçen gün yabancılaşan sanayimize yetişmiş, düşünmeyen, ucuz işçiler üreteceğiz.

Ne mutlu Türk'üm diyene...

16 Nisan 2010 Cuma

Ata'm izindeyiz...

Gülşah ve Neslihan

"Sporda başarılı olmak için bütün milletçe sporun niteliği ve değeri anlaşılmış olmak ve ona kalpten sevgiyle bağlanmak ve onu vatani görev saymak gerekir." demiş Ata'mız. Her alanda olduğu gibi sporda da ilerlemeyi hedeflememizin gerekliliğini ortaya koymuş. Ata'mızın izinde olduğumuzu iddia ederiz ama gerçekten üzerimize düşenleri yapıyor muyuz ?

Özellikle son yıllarda değişik spor dallarında uluslararası başarılar elde ettik. Küçük, kısıtlı olanaklarıyla çalışmalarını sürdüren kulüpler yetenekli birçok kardeşimizi keşfederek zirveye taşıdı ve taşımaya devam ediyor. Gençlerimiz uluslararsı arenalarda şampiyonluk kürsülerine çıkıyorlar. Hem de en üst basamağa. Belli ki Ata'larının izindeler. Yanlarında ise mevcut tüm bilgi ve becerisiyle başarıya odaklanmış değerli hocaları yer alıyor. Zaman içerisinde kendilerini yetiştirmiş yetenekli Türk sporcuları. Ata'nın izinde olduklarından kimsenin şüphesi yok. Elbette sporcu ve hoca ikilisi büyük başarıları getirmek için yeterli olmuyor. Beslenmesinden donanımına, tesisinden ulaşımına birçok ihtiyaç daha var ki hepsi maddi güce bağlı. Bu konuda genç sporcularımızın yanında yer alan fedakar aileleri üzerlerine düşeni yapmaya var güçleriyle çalışıyorlar. Ata'larının izinde ksıtlı da olsa tüm kaynaklarını gençlerin, biricik evlatlarının başarıları için seferber ediyorlar. Sonuçlara bakıyoruz, gerçekten şaşırtıcı. Avrupa'nın ve dünyanın diğer ülkelerinin spora ayırdıkları dev kaynaklara karşı küçücük bütçeleri ile büyük başarlara imza atıyorlar. Fotoğrafta görülen Gülşah ve Neslihan kardeşlerimiz bu başarılı sporcularımızdan sadece ikisi. Onlar gider uluslararası turnuvalara, kaparlar birer ikişer madalya dönerler. Ekiplerinin görünmez kahramanları olan hocaları ve velileri bu karede yer almasalar da onlar hep oradalar. Buraya kadar anlatılanlar Ata'mızın sözüyle ne kadar örtüşüyor ? Ciddi bir eksiklik var gibi. Evet, ciddi bir eksiklik var. Milli başarılardan söz ettiğimiz yerde milletimiz, devletimiz, kurumlarımız ortalarda yoklar. Sporcu, velisi ve antrenöründen oluşan bu ekipler kendi sorumluluk bilinçleriyle, kendi olanakları ve fedakarlıkları ile başarılı olmuştur. Başarılı olduktan sonra kendine pay çıkarmak isteyenler ortaya çıkıp başarıdan nasiplenmek istemişlerdir. Çalışma ve fedakarlıklar bireysel ama başarı milli olmuştur. Hakkımız var mı bu başarıyı sahiplenmeye ? Ödediğimiz vergilerden bu sporcularımıza yeterli kaynaklar aktarılmış olsa olacak diye düşünüyorum. Bakarsanız yasal düzenlemelerde böyle bir yapı da var. Sporu, sporcuları desteklemek için ne kadar kaynak ayrılacağı belirlenmiş. Bu kaynaklar yerlerine ulaşıyor mu ? Genellikle hayır. Devletin ayırdığı az miktarda kaynak ancak yukarı kademelerin giderlerini karşılıyor. Yerel yönetimlerin ayırmaları gereken kaynaklar ise kurulan paravan kulüplerin kasalarına ve düzenlenen diğer konuyla pek ilgisi olmayan organizasyonlara gidiyor. Milletçe sporun değerini pek anlamadığımızdan sponsorluk olayı da işlemiyor. Genç sporcular yakın çevrelerinde bir sponsor bulduklarında havalara uçuyor. Ailelerine getirdikleri ek yükü az da olsa hafifletmek onları mutlu ediyor. Bu kısıtlı olanaklarla uluslararası devlere karşı başarıları kapan sporcu gençlerimiz ve ekiplerini gerçekten kutlamak gerekiyor. Gayretleri, fedakarlıkları ve cesaretleri her türlü takdire değer.

Genç sporcularımız ve ekipleri "Ata'm izindeyiz" diyor ve büyük başarılara imza atıyor. Onları destekleyip daha da ileri gitmeleri için üzerine düşeni yapması gerekenler ise "Ata'm izindeyiz, izin dönüşü başarı varsa sahipleniriz" diyerek kulaklarının üzerine yatıyorlar. Peki siz neredesiniz ?

Şampiyon Gülşah Cengiz
Ne mutlu Türk'üm diyene

14 Nisan 2010 Çarşamba

Medya koyunları




Türkiye'de hayvancılığın geliştirilmesi gerektiği son günlerde artan et ve süt fiyatlarıyla gündemde yerini aldı. Toplumumuzun üreticiden tüketiciye her kesimini ilgilendiren bu durumun sebebi ne acaba ?

Hayvancılıkla uğraşanlar yetiştirdikleri ürünleri yok pahasına verdiklerinden şikayet ederken, üreticiden aldıklarını işleyip satan sanayiciler artan maliyetler ve azalan hayvancılık ürünleri arzından yakınıyorlar. Üreticiler birbirlerini, tüketiciler ise üreticilerin hepsini suçlayıp duruyor. Neticede olan toplumuza oluyor. Çalışıp kazandığıyla gerektiği gibi beslenemeyen, ihtiyacı karşılanamayan insanlarımız başlarının çaresine bir şekilde bakmak zorunda kalıyor. Hayvancılıkla uğraşanlar durmadan artan girdi maliyetlerine (yem, işçilik, yakıt,...) direnemediklerinden yavaş yavaş ama emin adımlarla hayvancılıktan uzaklaşıyor. Düne kadar tüm nüfusuna yetecek kadar et sağlayacak hayvanın yetiştirildiği ülkemizin imdadına bu konuda da ithalat yetişti. Üretemiyorsak üreten yabancı kaynaklardan temin ederiz, sorun ortadan kalkar. İthalat doğru çözüm müdür peki ? Öncelikle ülkemiz insanının ihtiyacı olan hayvancılık ürünlerinin ülkemizde üretilmesi gerek. Bu beraberinde istihdamı da getirir ki, insanlar bu sektörün değişik rollerinde görev alarak et alacak parayı kazanırlar. Mevcut kaynaklar yeterli ürün yetiştirmeye yetmiyorsa sektör eğitim ve teknoloji desteğiyle daha fazla üretebilir hale getirilir. En yüksek verimlilikte de üretim tüketimi karşılamıyorsa geçici bir çözüm olarak ithalata başvurulur. Bu aşamada mutlaka geleceğe dönük projeksiyonlar hazırlanarak ülke kaynaklarının yeteceği bir nüfus yapılanması için gerekli önlemler alınır. Görülüyor ki ithalat yoluyla çözüm en son düşünülmesi gereken geçici bir çözüm. Ülkemizde her defasında kendi yaşayanlarını ezip hizaya getirmek için kullanılan ithalat aslında bir çözüm değil, sorun öteleme aracı. Ne olacak peki bu sorun ? Kim el atacak ?

Doğrudan üzerine vazife olmasa da ülkemizin güdümlü MEDYA'sı bu işe el atmış ama hiçbirimiz farkında değiliz. Ne alaka diyeceksiniz. Demeyin ve okumaya devam edin bence.

Gazetelerimiz, televizyonlarımız ve internetimiz sıkı ve programlı bir çalışma ile birilerinin istediği kadar koyun üretiyor, hem de durmadan. Gazeteler dünyamızdan ve yakın çevremizden haberler vereceğine ve bazı konuları eşeleyip vatandaşı uyandıracağına, vatandaşlarımızı boş laf ve dedikodu bombardımanı ile uyuşturuyor. Sabahtan akşama izlenen televizyonlar ise yabancılardan adapte edilen klişelerle dolu. Yabancı kaynaklı bu yapımlarla insanımızın örf ve adetlerine ters düşen herşey yavaş yavaş empoze ediliyor. Aile içi ters, çarpık ilşkiler birden ülkemizin gerçei olarak gösterilmeye başlanıyor. Oysa Behlül ile Bihter gibiler bizim insanımzın hoş görmediği karakterlerdir. Bu programlar sayesinde ahlaklı yaşam biçimimize ciddi darbe vuruluyor. Yine televizyon kanallarımızın favorilerinden olan yarışma programları da insanlarımızı üretimden uzaklaştırıp hazıra konmaya alıştırıyor. Dikkat ederseniz yarışma programları artık eskisi gibi bilgiye, yeteneğe yönelik değil. Düşünmeden, uğraşmadan sözde hayalleri gerçekleştirmeye yönelik. Ciddi hastalığı olanlar, engelliler, çocuklar reyting uğruna kaygısızca istismar ediliyor ama hiçbirimiz sesimizi çıkarmıyoruz. Reklamlarımız yine yabancılaşan sanayimiz sayesinde ahlaklı yaşamımıza karşı diğer bir tehtidi oluşturuyor. Dondurma yatakta iç çamaşırı ile lanse edilirken, patates gevreğinin üç boyutlusu yanıbaşımızdaki kadının göğüslerini çağrıştırıyor hatta bunları yerinden oynatıyor. Benim şahsi favorim bir başka. Adam evine geldiğinde eşini bir başkasıyla görüyor ama bu durum ona farklı bir lezzeti çağrıştırıyor, yapıştırıyor kırmızıyla yeşili üstüste bi güzel çiğniyor. Ne zamandan beri bunlar bizim örf ve adetlerimizde yer alıyor, bize hoş geliyor bilemiyorum. Hangi yöremizin insanı bunları kendinle özdeşleştiriyor da satın alma kararını değiştiriyor. Yoksa birileri bize hiç sahip olmadığımız yozlukları yakıştırıp empoze mi ediyor? Şahsi kanaatim, burada hedef genç nüfusumuz. Çocuk yaştan itibaren boş haber ve programlarla biliçaltlarına farklı tüketim odaklı bir kimlik yerleştiriliyor. Düşünmeyen, üretmeyen, tüketmeye hevesli ve itaat eden bir nesil. Türk örf ve adetlerinden uzaklaşmış, yabancı toplumlara yakınlaşmış bir nesil. Aynı onlar ve yukarıdaki koyun gibi boş boş bakan bir nesil. Medyamızın yarattığı koyun sürüleri. Geleceğimizin teminatı, yabancıların çobancılığı ve medya değneğiyle yönetilmeye uygun itaatkar koyunlar. Müjde verebiliriz bu noktada. Yakında et fiyatları çok düşecek; ancak yetişen koyun sürüleri vatanı yabancılara teslim ettiğinde et derdinden ziyade post derdine düşmüş olacağız.


Ne mutlu TÜRK'üm diyene

7 Nisan 2010 Çarşamba

Bulgaristan Gezisi

Daha önce bir öğrenci grubuyla Bulgaristan'a yapmış olduğum seyehatte Haskovo, Kırcaali, Filibe ve Sofya şehirlerinde gezip fotoğraflama fırsatı bulmuştum. Birçok ortak özelliğimiz bulunan komşularımızla bariz ayrıldığımız noktalar da yok değil. Şehir planlamacı gözüyle baktığımda olabildiğince geniş mekanlar, bol miktarda yeşil ve tarihi doku ile yapıları koruma anlayışları özellikle dikkatimi çeken noktalar oldu. Yaşanabilir, nefes alınabilir şehirleri var, her ne kadar yaşamaya elverişli bir ekonomik yapıları, güçleri olmasa da. Keşke biz de güzel vatanımızın değerini bilip korusak, güzelleştirsek. Sahip çıksak atalarımızdan kalanlara.


Ne mutlu TÜRK'üm diyene

3 Nisan 2010 Cumartesi

Türk Piramitleri


Piramit deyince akla ilk gelen hep Mısır olur. Krallar Vadisi hemen gözümüzün önüne gelir.
Son günlerde bugüne kadar hep bir söylentiden ibaret kalan Türk Piramitleri'nin haberlerini okumaya başladık. Daha II.Dünya Savaşı sırasında Amerikalılar ve Almanlar tarafından detaylı inceleniyor ve belgeleri toplanıyor. Çinliler durumu gayet iyi biliyor ama utançlarından gizli tutuyor. Bizim tarih kitaplarında (en azından okullarda kullanılanlarda) bu piramitlerin, bulguların izine dahi rastlamak mümkün değil. Tarihimize sahip çıkmıyor, özümüzü tanımaya çalışmıyoruz. Avrupalılar ayıplarla dolu, kimin eli kimin cebinde belli olmayan tarihleriyle övünüyor, biz atalarımızın bizlere bıraktığı tertemiz, şanlı maziden utanırcasına, kaçarcasına bir tavır sergiliyoruz.

İslamiyetle birlikte hoşgörü ve adaleti dünyaya yayan biz TÜRK'ler fethettikleri memleketlerin insanına, kültürüne sahip çıkıyoruz, koruyoruz. Günümüz sözde medeni, çağdaş toplumları bu gerçeği örtbas etmek için ellerindeki tüm olanakları seferber ederek (medya, film endüstrisi,...) TÜRK'leri barbarlıkla özdeşleştirmeye gayret gösteriyorlar. Kendilerinde olmayan, tarihlerinde hiç sahip olamadıklarını erdemleri bizlere yakıştıramadıkları gibi üstüne bizlere kendi olumsuzluklarını yapıştırmaya çalışıyorlar. Gerçekleri yüzlerine vursanız, onlar da kirli geçmişlerini kabul etseler savunma olarak biz kendimizi geliştirdik, arındık diyorlar. İyi de neyi örnek alarak geliştirdiler kendilerini ? Haclı seferleri sırasında Türk-İslam aleminden gördükleriyle elbette. Yakın tarihte yaptıkları soykırımlardan aklanmak için yine bizi hedef alıyorlar, Türkler ermenilere soykırım yaptı diye. Tarihin hiçbir döneminde Türklerin bu tarz eylemlerine ilişkin bulgu, belge yok. Hatta aksine Türkler her dönemlerinde bünyelerine kattıkları toprakların yaşayanlarına adaleti, hoşgörüyü getirmiş, ezilen insanlarını refaha kavuşturmuştur. Bu böyle olmasa halen yaşadığımız Anadolu topraklarında diğer medeniyetlerin kalıntıları, eserleri sağlam kalır mıydı? İzine rastlanır mıydı? Osmanlı'nın Viyana kapılarına dayandığı dönemde, şimdiki Avrupa üzerinde onlara ait herhangibir eserleri kalır mıydı?

Artık silkelenip kendimize gelelim, tarihimize sahip çıkalım. Vatanımıza, milletimize sahip çıkalım, aşağılanmaya, ezilmeye dur diyelim. Dünyanın neresinde olursa olsun atalarımızın izini sürelim, yaşadığımız Dünya'ya bıraktıkları değerleri ortaya çıkarıp sahiplenelim. Bizimle ilgili olanları bizden daha iyi, daha detaylı bilen yabancı bilim adamlarının olduğundan şüphem yok, onların araştırma olanakları daha fazla, kaynakları daha geniş. Bu bilgi ve birikimlere ulaşalım. Serelim Dünya insanının önüne Dünya mirasını, ak koyun kara koyun ortaya çıksın. Piramitlerin gerçeği de, soykırımın gerçeği de ortaya çıksın. Onların yaptığı gibi tazminat talep edecek halimiz yok, önemli olan Türk'lerin islamiyetle birlikte Dünya tarihine, medeniyetlerine neler kazndırdıklarının ortaya konması ve bundan sonra neler kazandıracaklarına ışık tutulması.

Ne mutlu TÜRK'üm diyene

Bir TÜRK Dünya'ya bedel...


Yaşasın!
Yine aramızdan biri, hem de engelli olduğunu söyleyen biri, bir Türk'ün neleri başarabileceğini tüm Dünya'ya ilan etti. Metin Şentürk, görme engelli, güler yüzlü, sempatik sanatçımız. 292.89 Km/h ortalama hızla Guinness Rekorlar Kitabı'nın sayfalarına adını yazdırdı. Rekoru elde ettiği sürüşü sonrasında yaptığı konuşmalarda bir TÜRK olarak bu rekoru TÜRKİYE'ye kazandırmanın onu ne kadar mutlu ettiğini vurguladı. Her halinden, gözlerinin içinden okunuyordu gururu ve sevinci. Kendisini, bizlere bu sevinci yaşattığı, bizleri gururlandırdığı için gönülden kutluyor, sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Peki engelli olduğunu söyleyen biri bunları yaparken engelli olmadığını savunan diğerleri ne yapıyor ülkemizde ? Onlar da üzerlerine düşeni yapıyorlar mı, TÜRKİYE adına TÜRK'lük adına?
Maalesef hayır. Onların büyük çoğunluğu evlerine ekmek götürebilme sıkıntılarıyla savaşıyor, çok küçük bir bölümü diğerlerinin ekmeğini de kendi evine, banka hesabına katmanın peşinde. Çok, çok küçük bir ayrıcalıklı grup varki (seçilmişler), onlar da hepsinden çaldıklarını yabncılara peşkeş çekmekle meşgul. Hatta güzelim ülkemizi, değerli kaynaklarımızı yabancılara cazip göstermek için reklam kampanyaları ve diğer çalışmaları yürütmekle meşguller. Parçalanmış kolay yutulabilir, kolay yönetilebilir, kendisine zarar vermek isteyenleri hoş karşılayan, cezalandırmayan yasaları, anayasası olan bir TÜRKİYE yaratmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Metin ŞENTÜRK ve onun gibi engelli olduğunu söyleyenler TÜRK'ü, TÜRKİYE'yi dünyanın zirvesine taşıyarak efendisi yapmaya çalışırken, engelli olmadığını iddia edenler de TÜRK'ü, TÜRKİYE'yi dünyanın kölesi yapıp, yok etmeye çalışıyor.
Şimdi siz de şapkanızı önünüze koyup bir düşünün, hangi grupta yer almak istiyorsunuz ?
Her şartta önceliği TÜRK ve TÜRKİYE'yi dünyanın zirvesine taşımak olan mı, yoksa tüm özelliklerimize rağmen TÜRK olmayı önemsemeyen, kutsal vatanımızı, TÜRKİYE'yi yok etmek isteyen grupta mı ? Atalarımızdan bize emanet cennet vatanı çocuklarınıza miras bırakmak mı, yoksa çocuklarınızı birer vatansız olarak dünyada yok olmaya terk etmek mi ?
Ben mi ? Ben zihinsel engelliyim ki oturmuş tüm bunları yazıyorum. Yerim belli ve hep öyle olacak.

Ne mutlu TÜRK'üm diyene

29 Mart 2010 Pazartesi

HDR Fotoğraflar

Amatör veya profesyonel olarak harika anlar yakalama şansı var her fotoğrafçının. Benim gibi amatörseniz o çarpıcı manzara fotoğraflarınız genellikle kullandığımız makinenin olanaklarıyla sınırlı kalır.

High Dynamic Range - HDR fotoğraflar burada çok işimize yarayabilir. Bir türlü elde edemediğiniz o çarpıcı kareleri çok kısa zamanda elde edebilirsiniz. Nette bunu yapmanızı kolaylaştıracak birçok HDR yazılımı bulabiirsiniz. Bunların deneme sürümleriyle yapacağınız birkaç deneme ufkunu beklediğinizden de çok genişletecektir.

Bir fikriniz olması için benim hazırladığım birkaç kareyi beğeninize sunuyorum. Başarılar ve kolay gelsin...


27 Mart 2010 Cumartesi

Gündem - Anayasa

Bir anayasa değişikliği konusu oturdu yine gündemin en başına. Sabah kalkıyoruz, akşam yatıyoruz konu hep aynı " Anayasa Değişikliği ".
Devletin temel kurumlarının işleyişini belirlemek ve insanların temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak üzere hazırlanan anayasa neden sürekli değişmek zorundadır ? Devletin temel kurumlarında bir değişiklik mi olmuştur ? İnsanların temel hak ve özgürlüklerinde bir değişiklik mi olmuştur ? Nedir değişen, değişikliği gerektiren ?
Dünya gezegeninin bu coğrafyasında kurulan sistemin işleyişi ve insanlarına yaklaşımı, sistem içinde yer alan kurumların ve bireylerin etkileşimleri, sorumlulukları, hak ve özgürlükleri siyasal değildir aslında, tamamen insanın hayati ihtiyaçları ile alakalıdır. Olayın siyasi boyutu ancak ihtiyaçları eksiksiz, tarafsız ve tüm etkilenen tarafların uyuşmasıyla hazırlanacak olan anayasanın oluşturulmasından sonra, siyasi organların bu belirlenen sistematik, kurallar çerçevesinde toplumları kendi öncelikleri, değerleri ile yönetmesiyle başlar. Zaman içerisinde temel kurumlarda bir değişiklik olursa, o coğrafya insanının değerlerinde, ihtiyaçlarında köklü bir değişim söz konusu olursa bunların eklenmesi ya da değiştirilmesi kaçınılmazdır, ancak bunların haricinde de anayasayı bir siyasi oyuncak haline getirmenin anlamı yoktur.
Gelelim gündemimizdeki anayasa değişikliğine. Gün geçmez ki güzelim ülkemizde bir anayasa değişikliği ihtiyacı olmasın, konuşulmasın. Uzlaşmasız hazırlanmış güncel anayasa hep eleştirilir, eksikliği, taraflılığı tartışılır. Hükümet de her defasında değiştirilecek bir şey bulur kendi önceliklerine göre şekillendirilmiş. Yapılan her değişiklik aslında bir önceki kuralları kendine doğru yontmadan ibarettir. İyi hoş da bu kuralları her iktidar olan kendine göre değiştirirse, iktidarı desteklemeyenlerin hak ve özgürlükleri ne olacak ? Galiba güme gidecek. Öncelikli olarak o coğrafyayı ve o coğrafyayı vatan benimsemiş tüm insanları kapsayan BİR anayasa oluşturulmalıdır (eğer hala var olduğu kabul görmüyorsa). Siyasi çıkarlar ve önceliklerden arınmış, o coğrafya ve insanını sağlıklı, huzurlu ve çağdaş refah düzeyinde tutmayı amaçlayan bir anayasa. İnsanlar bu belirlenmiş kurallar çerçevesinde, bunlardan taviz vermeden kendilerini yönetecekleri özgürce tayin etmeli. Bu siyasiler de anayasanın öngördüğü sınırlar çerçevesinde, kendi öncelikleri, hedefleri doğrultusunda kendilerine halk tarafından verilmiş görevleri, ödevleri yerine getirmelidirler. Ülkemizdeki işleyiş ise; halk kendisini yönetmesi için uygun gördüklerini seçer, şeçilenler görevi aldıkları gibi oyunun kurallarını değiştirirler ve oyun bozulur da rolleri değişirse diye geleceklerini teminat altına almak üzere bir takım önleyici tedbirler alırlar, seçerek görev veren halk da yepyeni bir oyun ve kurallar bütünü içerisinde bocalayıp durur. Halk her yakınışında ise kendi seçimi olduğu yönünde tenkit edilir. Bu doğrudur da aslında, çünkü kalk kendisini, ülkesini yönetecekleri kendisi seçmiştir neticede. Hatta bazı durumlarda oyun kurallarının değişikliği bile kendisine sorulmuştur bir referandumla. Nereden bilsin o kısıtlı eğitim görmüş halk yapılacak bazı değişikliklerin kendisinin hak ve özgürlüklerinden ziyade seçtiği siyasilerin hak ve özgürlüklerini, geleceğini korumaktan öte gitmediğini, ülkesini götürmek istediği hedeflerinden uzaklaştırdığını ? Ezilmeye, yakınmaya ve bir gün gelip te "öncelik sizsiniz" diyecek birilerini, eksiksiz, tarafsız ve tümünün ihtiyaçlarını karşılayan, olabildiğince geniş hak ve özgürlükler sunan anayasayı hazırlayacak birilerini beklemeye devam edecektir.
Ne mutlu ki bizlere vatan olarak ANADOLU'yu benimsemişiz, ana doludur ve bizleri ayakta tutacak, farklı kılacak her şeyi sınırsızca sunar.
Ne mutlu TÜRK'üm diyene...

16 Mart 2010 Salı

Anı Yaşamak


Ne geçmişteki güzellikleri, çirkinlikleri ne de geleceğin bize getireceği güzellikleri, çirkinlikleri değiştirebiliriz. İçinde bulunduğumuz şu anı yönlendirebiliriz ancak. Gelecek için bir güzellik ya da bir çirkinlik ekleriz anılarımız arasına diyerek bloglarıma başlıyorum. Carpe diem...