16 Nisan 2010 Cuma

Ata'm izindeyiz...

Gülşah ve Neslihan

"Sporda başarılı olmak için bütün milletçe sporun niteliği ve değeri anlaşılmış olmak ve ona kalpten sevgiyle bağlanmak ve onu vatani görev saymak gerekir." demiş Ata'mız. Her alanda olduğu gibi sporda da ilerlemeyi hedeflememizin gerekliliğini ortaya koymuş. Ata'mızın izinde olduğumuzu iddia ederiz ama gerçekten üzerimize düşenleri yapıyor muyuz ?

Özellikle son yıllarda değişik spor dallarında uluslararası başarılar elde ettik. Küçük, kısıtlı olanaklarıyla çalışmalarını sürdüren kulüpler yetenekli birçok kardeşimizi keşfederek zirveye taşıdı ve taşımaya devam ediyor. Gençlerimiz uluslararsı arenalarda şampiyonluk kürsülerine çıkıyorlar. Hem de en üst basamağa. Belli ki Ata'larının izindeler. Yanlarında ise mevcut tüm bilgi ve becerisiyle başarıya odaklanmış değerli hocaları yer alıyor. Zaman içerisinde kendilerini yetiştirmiş yetenekli Türk sporcuları. Ata'nın izinde olduklarından kimsenin şüphesi yok. Elbette sporcu ve hoca ikilisi büyük başarıları getirmek için yeterli olmuyor. Beslenmesinden donanımına, tesisinden ulaşımına birçok ihtiyaç daha var ki hepsi maddi güce bağlı. Bu konuda genç sporcularımızın yanında yer alan fedakar aileleri üzerlerine düşeni yapmaya var güçleriyle çalışıyorlar. Ata'larının izinde ksıtlı da olsa tüm kaynaklarını gençlerin, biricik evlatlarının başarıları için seferber ediyorlar. Sonuçlara bakıyoruz, gerçekten şaşırtıcı. Avrupa'nın ve dünyanın diğer ülkelerinin spora ayırdıkları dev kaynaklara karşı küçücük bütçeleri ile büyük başarlara imza atıyorlar. Fotoğrafta görülen Gülşah ve Neslihan kardeşlerimiz bu başarılı sporcularımızdan sadece ikisi. Onlar gider uluslararası turnuvalara, kaparlar birer ikişer madalya dönerler. Ekiplerinin görünmez kahramanları olan hocaları ve velileri bu karede yer almasalar da onlar hep oradalar. Buraya kadar anlatılanlar Ata'mızın sözüyle ne kadar örtüşüyor ? Ciddi bir eksiklik var gibi. Evet, ciddi bir eksiklik var. Milli başarılardan söz ettiğimiz yerde milletimiz, devletimiz, kurumlarımız ortalarda yoklar. Sporcu, velisi ve antrenöründen oluşan bu ekipler kendi sorumluluk bilinçleriyle, kendi olanakları ve fedakarlıkları ile başarılı olmuştur. Başarılı olduktan sonra kendine pay çıkarmak isteyenler ortaya çıkıp başarıdan nasiplenmek istemişlerdir. Çalışma ve fedakarlıklar bireysel ama başarı milli olmuştur. Hakkımız var mı bu başarıyı sahiplenmeye ? Ödediğimiz vergilerden bu sporcularımıza yeterli kaynaklar aktarılmış olsa olacak diye düşünüyorum. Bakarsanız yasal düzenlemelerde böyle bir yapı da var. Sporu, sporcuları desteklemek için ne kadar kaynak ayrılacağı belirlenmiş. Bu kaynaklar yerlerine ulaşıyor mu ? Genellikle hayır. Devletin ayırdığı az miktarda kaynak ancak yukarı kademelerin giderlerini karşılıyor. Yerel yönetimlerin ayırmaları gereken kaynaklar ise kurulan paravan kulüplerin kasalarına ve düzenlenen diğer konuyla pek ilgisi olmayan organizasyonlara gidiyor. Milletçe sporun değerini pek anlamadığımızdan sponsorluk olayı da işlemiyor. Genç sporcular yakın çevrelerinde bir sponsor bulduklarında havalara uçuyor. Ailelerine getirdikleri ek yükü az da olsa hafifletmek onları mutlu ediyor. Bu kısıtlı olanaklarla uluslararası devlere karşı başarıları kapan sporcu gençlerimiz ve ekiplerini gerçekten kutlamak gerekiyor. Gayretleri, fedakarlıkları ve cesaretleri her türlü takdire değer.

Genç sporcularımız ve ekipleri "Ata'm izindeyiz" diyor ve büyük başarılara imza atıyor. Onları destekleyip daha da ileri gitmeleri için üzerine düşeni yapması gerekenler ise "Ata'm izindeyiz, izin dönüşü başarı varsa sahipleniriz" diyerek kulaklarının üzerine yatıyorlar. Peki siz neredesiniz ?

Şampiyon Gülşah Cengiz
Ne mutlu Türk'üm diyene

14 Nisan 2010 Çarşamba

Medya koyunları




Türkiye'de hayvancılığın geliştirilmesi gerektiği son günlerde artan et ve süt fiyatlarıyla gündemde yerini aldı. Toplumumuzun üreticiden tüketiciye her kesimini ilgilendiren bu durumun sebebi ne acaba ?

Hayvancılıkla uğraşanlar yetiştirdikleri ürünleri yok pahasına verdiklerinden şikayet ederken, üreticiden aldıklarını işleyip satan sanayiciler artan maliyetler ve azalan hayvancılık ürünleri arzından yakınıyorlar. Üreticiler birbirlerini, tüketiciler ise üreticilerin hepsini suçlayıp duruyor. Neticede olan toplumuza oluyor. Çalışıp kazandığıyla gerektiği gibi beslenemeyen, ihtiyacı karşılanamayan insanlarımız başlarının çaresine bir şekilde bakmak zorunda kalıyor. Hayvancılıkla uğraşanlar durmadan artan girdi maliyetlerine (yem, işçilik, yakıt,...) direnemediklerinden yavaş yavaş ama emin adımlarla hayvancılıktan uzaklaşıyor. Düne kadar tüm nüfusuna yetecek kadar et sağlayacak hayvanın yetiştirildiği ülkemizin imdadına bu konuda da ithalat yetişti. Üretemiyorsak üreten yabancı kaynaklardan temin ederiz, sorun ortadan kalkar. İthalat doğru çözüm müdür peki ? Öncelikle ülkemiz insanının ihtiyacı olan hayvancılık ürünlerinin ülkemizde üretilmesi gerek. Bu beraberinde istihdamı da getirir ki, insanlar bu sektörün değişik rollerinde görev alarak et alacak parayı kazanırlar. Mevcut kaynaklar yeterli ürün yetiştirmeye yetmiyorsa sektör eğitim ve teknoloji desteğiyle daha fazla üretebilir hale getirilir. En yüksek verimlilikte de üretim tüketimi karşılamıyorsa geçici bir çözüm olarak ithalata başvurulur. Bu aşamada mutlaka geleceğe dönük projeksiyonlar hazırlanarak ülke kaynaklarının yeteceği bir nüfus yapılanması için gerekli önlemler alınır. Görülüyor ki ithalat yoluyla çözüm en son düşünülmesi gereken geçici bir çözüm. Ülkemizde her defasında kendi yaşayanlarını ezip hizaya getirmek için kullanılan ithalat aslında bir çözüm değil, sorun öteleme aracı. Ne olacak peki bu sorun ? Kim el atacak ?

Doğrudan üzerine vazife olmasa da ülkemizin güdümlü MEDYA'sı bu işe el atmış ama hiçbirimiz farkında değiliz. Ne alaka diyeceksiniz. Demeyin ve okumaya devam edin bence.

Gazetelerimiz, televizyonlarımız ve internetimiz sıkı ve programlı bir çalışma ile birilerinin istediği kadar koyun üretiyor, hem de durmadan. Gazeteler dünyamızdan ve yakın çevremizden haberler vereceğine ve bazı konuları eşeleyip vatandaşı uyandıracağına, vatandaşlarımızı boş laf ve dedikodu bombardımanı ile uyuşturuyor. Sabahtan akşama izlenen televizyonlar ise yabancılardan adapte edilen klişelerle dolu. Yabancı kaynaklı bu yapımlarla insanımızın örf ve adetlerine ters düşen herşey yavaş yavaş empoze ediliyor. Aile içi ters, çarpık ilşkiler birden ülkemizin gerçei olarak gösterilmeye başlanıyor. Oysa Behlül ile Bihter gibiler bizim insanımzın hoş görmediği karakterlerdir. Bu programlar sayesinde ahlaklı yaşam biçimimize ciddi darbe vuruluyor. Yine televizyon kanallarımızın favorilerinden olan yarışma programları da insanlarımızı üretimden uzaklaştırıp hazıra konmaya alıştırıyor. Dikkat ederseniz yarışma programları artık eskisi gibi bilgiye, yeteneğe yönelik değil. Düşünmeden, uğraşmadan sözde hayalleri gerçekleştirmeye yönelik. Ciddi hastalığı olanlar, engelliler, çocuklar reyting uğruna kaygısızca istismar ediliyor ama hiçbirimiz sesimizi çıkarmıyoruz. Reklamlarımız yine yabancılaşan sanayimiz sayesinde ahlaklı yaşamımıza karşı diğer bir tehtidi oluşturuyor. Dondurma yatakta iç çamaşırı ile lanse edilirken, patates gevreğinin üç boyutlusu yanıbaşımızdaki kadının göğüslerini çağrıştırıyor hatta bunları yerinden oynatıyor. Benim şahsi favorim bir başka. Adam evine geldiğinde eşini bir başkasıyla görüyor ama bu durum ona farklı bir lezzeti çağrıştırıyor, yapıştırıyor kırmızıyla yeşili üstüste bi güzel çiğniyor. Ne zamandan beri bunlar bizim örf ve adetlerimizde yer alıyor, bize hoş geliyor bilemiyorum. Hangi yöremizin insanı bunları kendinle özdeşleştiriyor da satın alma kararını değiştiriyor. Yoksa birileri bize hiç sahip olmadığımız yozlukları yakıştırıp empoze mi ediyor? Şahsi kanaatim, burada hedef genç nüfusumuz. Çocuk yaştan itibaren boş haber ve programlarla biliçaltlarına farklı tüketim odaklı bir kimlik yerleştiriliyor. Düşünmeyen, üretmeyen, tüketmeye hevesli ve itaat eden bir nesil. Türk örf ve adetlerinden uzaklaşmış, yabancı toplumlara yakınlaşmış bir nesil. Aynı onlar ve yukarıdaki koyun gibi boş boş bakan bir nesil. Medyamızın yarattığı koyun sürüleri. Geleceğimizin teminatı, yabancıların çobancılığı ve medya değneğiyle yönetilmeye uygun itaatkar koyunlar. Müjde verebiliriz bu noktada. Yakında et fiyatları çok düşecek; ancak yetişen koyun sürüleri vatanı yabancılara teslim ettiğinde et derdinden ziyade post derdine düşmüş olacağız.


Ne mutlu TÜRK'üm diyene

7 Nisan 2010 Çarşamba

Bulgaristan Gezisi

Daha önce bir öğrenci grubuyla Bulgaristan'a yapmış olduğum seyehatte Haskovo, Kırcaali, Filibe ve Sofya şehirlerinde gezip fotoğraflama fırsatı bulmuştum. Birçok ortak özelliğimiz bulunan komşularımızla bariz ayrıldığımız noktalar da yok değil. Şehir planlamacı gözüyle baktığımda olabildiğince geniş mekanlar, bol miktarda yeşil ve tarihi doku ile yapıları koruma anlayışları özellikle dikkatimi çeken noktalar oldu. Yaşanabilir, nefes alınabilir şehirleri var, her ne kadar yaşamaya elverişli bir ekonomik yapıları, güçleri olmasa da. Keşke biz de güzel vatanımızın değerini bilip korusak, güzelleştirsek. Sahip çıksak atalarımızdan kalanlara.


Ne mutlu TÜRK'üm diyene

3 Nisan 2010 Cumartesi

Türk Piramitleri


Piramit deyince akla ilk gelen hep Mısır olur. Krallar Vadisi hemen gözümüzün önüne gelir.
Son günlerde bugüne kadar hep bir söylentiden ibaret kalan Türk Piramitleri'nin haberlerini okumaya başladık. Daha II.Dünya Savaşı sırasında Amerikalılar ve Almanlar tarafından detaylı inceleniyor ve belgeleri toplanıyor. Çinliler durumu gayet iyi biliyor ama utançlarından gizli tutuyor. Bizim tarih kitaplarında (en azından okullarda kullanılanlarda) bu piramitlerin, bulguların izine dahi rastlamak mümkün değil. Tarihimize sahip çıkmıyor, özümüzü tanımaya çalışmıyoruz. Avrupalılar ayıplarla dolu, kimin eli kimin cebinde belli olmayan tarihleriyle övünüyor, biz atalarımızın bizlere bıraktığı tertemiz, şanlı maziden utanırcasına, kaçarcasına bir tavır sergiliyoruz.

İslamiyetle birlikte hoşgörü ve adaleti dünyaya yayan biz TÜRK'ler fethettikleri memleketlerin insanına, kültürüne sahip çıkıyoruz, koruyoruz. Günümüz sözde medeni, çağdaş toplumları bu gerçeği örtbas etmek için ellerindeki tüm olanakları seferber ederek (medya, film endüstrisi,...) TÜRK'leri barbarlıkla özdeşleştirmeye gayret gösteriyorlar. Kendilerinde olmayan, tarihlerinde hiç sahip olamadıklarını erdemleri bizlere yakıştıramadıkları gibi üstüne bizlere kendi olumsuzluklarını yapıştırmaya çalışıyorlar. Gerçekleri yüzlerine vursanız, onlar da kirli geçmişlerini kabul etseler savunma olarak biz kendimizi geliştirdik, arındık diyorlar. İyi de neyi örnek alarak geliştirdiler kendilerini ? Haclı seferleri sırasında Türk-İslam aleminden gördükleriyle elbette. Yakın tarihte yaptıkları soykırımlardan aklanmak için yine bizi hedef alıyorlar, Türkler ermenilere soykırım yaptı diye. Tarihin hiçbir döneminde Türklerin bu tarz eylemlerine ilişkin bulgu, belge yok. Hatta aksine Türkler her dönemlerinde bünyelerine kattıkları toprakların yaşayanlarına adaleti, hoşgörüyü getirmiş, ezilen insanlarını refaha kavuşturmuştur. Bu böyle olmasa halen yaşadığımız Anadolu topraklarında diğer medeniyetlerin kalıntıları, eserleri sağlam kalır mıydı? İzine rastlanır mıydı? Osmanlı'nın Viyana kapılarına dayandığı dönemde, şimdiki Avrupa üzerinde onlara ait herhangibir eserleri kalır mıydı?

Artık silkelenip kendimize gelelim, tarihimize sahip çıkalım. Vatanımıza, milletimize sahip çıkalım, aşağılanmaya, ezilmeye dur diyelim. Dünyanın neresinde olursa olsun atalarımızın izini sürelim, yaşadığımız Dünya'ya bıraktıkları değerleri ortaya çıkarıp sahiplenelim. Bizimle ilgili olanları bizden daha iyi, daha detaylı bilen yabancı bilim adamlarının olduğundan şüphem yok, onların araştırma olanakları daha fazla, kaynakları daha geniş. Bu bilgi ve birikimlere ulaşalım. Serelim Dünya insanının önüne Dünya mirasını, ak koyun kara koyun ortaya çıksın. Piramitlerin gerçeği de, soykırımın gerçeği de ortaya çıksın. Onların yaptığı gibi tazminat talep edecek halimiz yok, önemli olan Türk'lerin islamiyetle birlikte Dünya tarihine, medeniyetlerine neler kazndırdıklarının ortaya konması ve bundan sonra neler kazandıracaklarına ışık tutulması.

Ne mutlu TÜRK'üm diyene

Bir TÜRK Dünya'ya bedel...


Yaşasın!
Yine aramızdan biri, hem de engelli olduğunu söyleyen biri, bir Türk'ün neleri başarabileceğini tüm Dünya'ya ilan etti. Metin Şentürk, görme engelli, güler yüzlü, sempatik sanatçımız. 292.89 Km/h ortalama hızla Guinness Rekorlar Kitabı'nın sayfalarına adını yazdırdı. Rekoru elde ettiği sürüşü sonrasında yaptığı konuşmalarda bir TÜRK olarak bu rekoru TÜRKİYE'ye kazandırmanın onu ne kadar mutlu ettiğini vurguladı. Her halinden, gözlerinin içinden okunuyordu gururu ve sevinci. Kendisini, bizlere bu sevinci yaşattığı, bizleri gururlandırdığı için gönülden kutluyor, sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Peki engelli olduğunu söyleyen biri bunları yaparken engelli olmadığını savunan diğerleri ne yapıyor ülkemizde ? Onlar da üzerlerine düşeni yapıyorlar mı, TÜRKİYE adına TÜRK'lük adına?
Maalesef hayır. Onların büyük çoğunluğu evlerine ekmek götürebilme sıkıntılarıyla savaşıyor, çok küçük bir bölümü diğerlerinin ekmeğini de kendi evine, banka hesabına katmanın peşinde. Çok, çok küçük bir ayrıcalıklı grup varki (seçilmişler), onlar da hepsinden çaldıklarını yabncılara peşkeş çekmekle meşgul. Hatta güzelim ülkemizi, değerli kaynaklarımızı yabancılara cazip göstermek için reklam kampanyaları ve diğer çalışmaları yürütmekle meşguller. Parçalanmış kolay yutulabilir, kolay yönetilebilir, kendisine zarar vermek isteyenleri hoş karşılayan, cezalandırmayan yasaları, anayasası olan bir TÜRKİYE yaratmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Metin ŞENTÜRK ve onun gibi engelli olduğunu söyleyenler TÜRK'ü, TÜRKİYE'yi dünyanın zirvesine taşıyarak efendisi yapmaya çalışırken, engelli olmadığını iddia edenler de TÜRK'ü, TÜRKİYE'yi dünyanın kölesi yapıp, yok etmeye çalışıyor.
Şimdi siz de şapkanızı önünüze koyup bir düşünün, hangi grupta yer almak istiyorsunuz ?
Her şartta önceliği TÜRK ve TÜRKİYE'yi dünyanın zirvesine taşımak olan mı, yoksa tüm özelliklerimize rağmen TÜRK olmayı önemsemeyen, kutsal vatanımızı, TÜRKİYE'yi yok etmek isteyen grupta mı ? Atalarımızdan bize emanet cennet vatanı çocuklarınıza miras bırakmak mı, yoksa çocuklarınızı birer vatansız olarak dünyada yok olmaya terk etmek mi ?
Ben mi ? Ben zihinsel engelliyim ki oturmuş tüm bunları yazıyorum. Yerim belli ve hep öyle olacak.

Ne mutlu TÜRK'üm diyene